Mürvet KARA'nın 13 Mart 2024 tarihli yazısı: Tiyatronun da Dijitali Olur mu? - 1

Olmaz dedik ama oldu. Daha pek çok olmaz dediğimiz şey nasıl olduysa...

Pekala nedir bu dijital tiyatro? Öncelikle bu alanda Türkiye’de yapılmış ilk yüksek lisans tezlerinden birini yazmış bir gazeteci ve araştırmacı olarak konunun kültürel bir arka plana sahip olduğunu belirtmem gerekiyor. Yani “Öyle ha deyince olmaz” deyip bu işin içinden çıkamayız.

Buna rağmen kafalar hâlâ karışık ve insanlar hâlâ ezbere cümlelerle “Olmaz” deyip geçiyor. Ben de bu konuyu bir-iki hafta köşemde serimleyerek insanların aklındaki soru işaretlerine ve ön yargılara biraz ışık tutmak istiyorum. Öncelikle yol haritamızdan bahsedeyim.

İlk aşamada kültür kavramını, kültürün sözlü, yazılı ve dijital olarak ayrıldığı dönemleri, bu dönemlerin kendi içindeki dinamikleri, temsil kavramı ile ilintilendirerek irdeleyeceğiz. Ardından tiyatronun şimdi ve burada olma koşulları üzerinden temsildeki yerine doğru tarihsel, ontolojik bir gezintiye çıkacağız. Daha sonra dijital temsil biçimlerinin haberlere nasıl yansıdığını, haberler dâhil aslında nasıl bir oyunun içerisinde bulunduğumuzu göreceğiz. Sonrasında teker teker yaptığım röportajların tablolarını sizlere sunacağım ve tablolar üzerinden, 14 katılımcı ile yaptığım röportajları inceleyeceğiz. Böylece konuya dair yaşayan bir bilgiyle temas edeceğiz. Dolayısıyla en güncel, en taze bilgiyi edinmiş olacağız ve son olarak da konuya dair değerlendirmelerimizi yazıp konuyu tartışmanız için sizlere tamamen açmış olacağım. Ancak bu yol haritası toplamda kaç köşe yazısı eder, ondan hiç emin değilim.

Kültür ya da Hergünkülük

İşe kültürle başlayayım. Kültür dediğimizde yalnızca küçük bir zümrenin ürettiği ve tükettiği ürünler aklımıza gelmemelidir. Aslında kültür, bir yaşam biçiminin adıdır. Gündelik olanla oldukça iç içedir ve hergünkülüğümüz, kültürümüzün göbeğinde duran yegâne öznedir. İzlediğimiz filmlerden, her sabah uyanıp işe gittiğimiz saate kadar herkesin her gün gerçekleştirdiği rutinler, kültürün kendisidir.

Dolayısıyla kültür, sözlü dönemde sözlü kültürün hergünkülüğünü, yazılı kültürde yazılı kültürün hergünkülüğünü, dijital kültürde de dijital kültürün hergünkülüğünü göbeğinde tutmaktadır.

Heideggerci bir bakışla “Dil, varlığın evidir” sözünü daha önceki köşelerimde açıklamıştım. Bu söz, tiyatroda dijitalleşmeyi anlatmak için yola çıktığım noktalardan yalnızca bir tanesi. Bu sözün yanı sıra Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” sözünü ve Saussurecü anlamda söz ve dil arası ayrım da yola çıktığım diğer noktalar arasındadır.

Dil yoluyla kurduğumuz iletişim aslında bir değiş tokuş sürecidir. Bu değiş tokuş sürecinde zihin dünyamızın biçimlenmesi ise kaçınılmazdır. Sözlü kültür içerisinde biçimlenen iletişim, sesle kurulan iletişimin doğası gereği kulak eksenli ve anlık gelişmektedir. Bu da dönemin kültürel dinamikler hakkında bize oldukça önemli ipuçları vermektedir. Hayatta kalma gayesiyle insanlar o dönemde haberleşmenin temeline sesli ve sözlü iletişimi yerleştirmiş, daha çok anlık tehlikelere karşı uyarı niteliğinde iletişimi kullanmıştır. Her ne kadar ilerleyen dönemlerde sözlü iletişim, kayıt teknolojileriyle ikincil bir kültür yaratmayı başarabilmişse de temelinde kayıt altına alınamaz bir yapıyı barındırmaktadır. Dolayısıyla aslında sözlü anlatılar yoluyla oluşturulan mitler, insanları grup hâline getirmiş olsa bile güçlü bir topluluk bilinci geliştirememiştir. Çünkü insanların dünyayla kurduğu ilişki henüz bugünkü kadar dolaylı değildir. Anlam, bu dönemde, sosyal iş birliğini güçlendirmek ve dışarıdaki tehlikeler karşısında birlikte hareket edebilmek için işler hâle getirilmiştir. Burada anlam, hafızada korunduğu ölçüde muhafaza edilebilmektedir. Şu söz konuya gayet açıklık getirmektedir: “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.” Dolayısıyla halk anlatılarında insan hafızasında istemsizce gerçekleşen eklemeler ve çıkarmalar mevcuttur ki bu durum, pek çok halk anlatısının ve mitolojinin anonimleşmesi, kolektif bir ürün hâline gelmesi anlamını da beraberinde getirmektedir.

Söz Derken…

Antik Yunan’da söz; mitos, epos ve logos olarak adlandırılmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz, mitoslardır. Epos, daha çok kahramanlık anlatılarını tasnif etmek için kullanılmaktadır ve en dikkat edilmesi gereken ise bu üçlü içerisinde logostur. Logos, İncil’in açılışında kullanılan, “her şeyden önce söz vardı” ayetinde bahsedilen şeyin ta kendisidir. Logos, insanın dünyaya karşı mantığını ön plana aldığı ve bu yoldan mantık dünyasını borçlu olduğu kavramdır. Zaten Antik Yunan’daki locig yani mantık ile aynı kökten türemiş bir kelimedir. Burada konuya ilişkin tezimden küçük bir alıntı yapıyorum: “Söz, bu noktada düşünce ile girdiği ilişkiyle iletişimi, gerçeğe yönelik kurgulardan doğan yanılsamaların merkezine almaktadır.” Yani mitos, epos veya logos, sözlü ya da yazılı fark etmeksizin şeylere ad koyma ve bu adlar üzerinden bir şifreleme sistemi ile kurduğumuz her cümle, bizi bir yanılsama, simülasyon, rüya girdabının içerisine çekmektedir. Sözün var oluşu bizi dünya dediğimiz yanılsamanın içerisinde tutmak üzerine kuruludur. Dolayısıyla sözün tabiat üzerindeki hâkimiyeti arttıkça biz yanılsamalarla daha derinden kuşatılıyoruz demektir.

Bu noktada text sözcüğüne değinmenin faydalı olacağı kanaatindeyim. Bu sözcük, Latince’de texere sözcüğünden gelmektedir ve dokumak demektir. Aynı zamanda metin anlamına gelen bu kelime yalnızca metinlerin ortaya çıkışını değil, metinler yoluyla insanın da bir dokuma tahtasında ilmek ilmek inşa edilmesi anlamını da taşımaktadır. Bu noktada retorik kavramıyla ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Retorik sanatının da üç önemli ayağından biri logostur. Diğer ikisi ise ethos ve pathostur. Aristoteles, sırasıyla ethos, pathos ve logosu şu şekilde açıklamıştır: “Konuşma yoluyla üretilen inandırma yöntemleri, üç farklı türdendir: Birincisi, hatibin karakterine; ikincisi, sözlerinin dinleyicilerde uyandırdığı duygulara; sonuncusu da konuşma içindeki ‘gerçek’ ya da ‘gerçeğe benzer’ inandırma yollarına dayanır.”

Aristoteles’in bahsettiği özellikler, yanılsama kavramını destekler niteliktedir. Dolayısıyla aslında yanılsamayı yöneten yani algıları yöneten Hegelyen felsefeden baktığımızda efendi konumundadır. Yanılgılar içerisinde yaşamına devam eden ve bu yanılgılar tarafından yönetilen kitleler ise köle olarak nitelendirilmektedir. Küçük bir parantez açmak bu noktada faydalı olacaktır; Hegelyen felsefenin terimleri olan bu kavramlar (köle-efendi), gerçek anlamda bir kölelik ve efendilik durumunu nitelemese bile yöneten sınıf ve yönetilen sınıf gibi kabaca bir ayrım yapılmasına yardımcı olmaktadır.

Gelgelelim yazılı kültüre. Yazılı kültürün başlangıç evresinde bir geçiş aşaması görülmektedir. Bu dönemde yazılı eserler olmasına karşın insanlar bir eserin birkaç el yazmasını okumakta ve okuma-yazma bilen insan sayısı hayli az olduğundan bir kişi okumakta, diğerleri ise dinlemektedir. Hâliyle yazılı dönem başlamış bile olsa egemenlik; söyleyenin, okuyanın ve bu türden materyalleri kurgulayabilenlerin elindedir. Tarım toplumuyla beraber yazının daha çok gıdaların kaydının tutulması adına ve bürokratik belgeler için kullanıldığı bilinmektedir. Bu bilgi bize aynı zamanda şu bilgiyi de vermektedir; dönemin merkezi otoriteleri yani bürokrasi, o dönemde oldukça güçlüdür. Dolayısıyla yazı, mülkiyet ilişkilerinin ve otoritenin güçlenmesi için kullanılan enstrümanlardan bir tanesidir. Hatta belki de en güçlüsüdür. Çünkü sözlü kültür döneminde insanın tabiatla kurduğu ilişkiyi, sözle kurulan anlam dünyası ile bir yanılsamaya hapseden söyleyiciler, artık yazılı kültürle beraber bu yanılsamanın yarattığı sosyal iş birliğini merkezi otoritelerin lehine kullanacak biçimde yönlendirebilir demektir. Bu ne demektir?

“Söz uçar, yazı kalır” sözünü hepimiz duymuşuzdur. Burada konuyla alakalı Harari’den bir alıntı yapmak istiyorum, yine tezimde kullandığım bir alıntı bu: “Yazı dili, gerçekliği betimlemenin en mütevazı yolu olarak kabul görürken zamanla gerçekliği yeniden şekillendirmenin güçlü bir aracına dönüştü. Resmi makamların raporları çıplak gerçeklerle karşılaştığında, kendinden ödün veren taraf genellikle gerçeklik oldu. Vergi kurumları, eğitim sistemleri ya da herhangi bir bürokratik durumla muhatap olmuş herkesin bildiği gibi, gerçekler bir şeyi değiştirmez. Belirleyici olan her zaman elinizdeki formlarda yazanlardır.” Biraz daha açıklık getireyim. Elimizde Fransız yahut İsrailli bir bürokratın yazdığı belgeler olsun. “Bu belgeler Cezayir veya Filistin hakkında bize gerçeği vermiştir” diyebilir miyiz? Yoksa bunlar Fransız bürokratın ulusal çıkarlar adına gerçeğe üstün gelen belgeleri midir? Ya da İsrailli bürokratın Filistin hakkında tuttuğu belge niteliğindeki kayıtlar, gerçekliği yansıtır mı yoksa yine devletin çıkarları gerçeklere üstün mü gelmiştir? Bu cümlelerimin dayanağını yine Harari’nin Homo Sapiens ve Homo Deus kitaplarındaki ilgili bölümlerden bulmanız mümkün. Yani ben söylemiyorum. Hakeza McLuhan konuya başka bir yerden yaklaşarak yine benzer bir yere parmak basmaktadır. Nedir bu? Afrikalı bir çocukla Batılı bir çocuğun dünyası aynı değildir. Konuya ilişkin cümle, Gutenberg Galaksisi’nde, kitabın 30. sayfasında yer almaktadır.

Bunların, Tiyatronun Dijitalleşmesiyle İlgisi Nedir?

Kafalar iyice karıştı ve “Konunun, tiyatronun dijitalleşmesi ile alakası nedir” diye itiraz edildiğini duyar gibiyim. Ama yazının en başında altını çizdiğim gibi, konuya en başından başlamazsak çok önemli detayları kaçıracağız.

Konumuza dönersek… “Sözlü kültür, mistisizmi; yazılı kültür ise daha pozitivist bir bakışı temsil ediyor” diyebiliriz. Nitekim aydınlanma ile beraber logos ve yazı çok daha ön plana çıkacaktır. Şöyle de bir bilgi var ki bence çok manalı ve söylediğim sözü destekler niteliktedir, Protestanlık kurulduğunda en çok İncil basan matbaalar para kazanmıştır.

Yazılı kültür içerisinde pek çok düşünürün fikirlerini kamusal alana taşıma imkânı vardır (Ne yoluyla? Mecralar yoluyla. Mecralar hangi mecralar ama? Dönemin medya mecraları. Tıpkı tiyatro gibi) ve kültür eleştirmenleri, kültürü kendi içinde her ne kadar yapı bozuma uğratmaya çalışırsa çalışsın mevcut yanılsamanın daha da derinleşmesinden başka bir sonuç alınamaz. Burada fikir özgürlüğü tartışmaları devreye girer ve kimi aydınlar, teknik yetersizliğin, düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasına işaret ettiğini; kimileri ise içerik bakımından kısıtlanmanın fikir ve ifade hürriyetine müdahale olduğunu söylemektedir.

Şimdilik Elimizdeki Sonuç

Sonuç olarak baktığımızda dönemin koşulları, dönemin kültürel dinamiklerini inşa etmekte ve dönemin kültürel dinamikleri içerisinde yeni yanılsamalar doğmaktadır. Bu da aslında muktedir olmak için verilen mücadelenin, dönemin kültürü ve mecraları üzerinden şekillendiğini göstermektedir.

Tezimde yazdığım bir cümleyle konuya şimdilik bir mola veriyoruz, bu cümle bana ait: “Sonuçta bu iktidar mücadelesi her ne kadar okuru aydınlatma ülküsü taşısa da teknik imkânları elinde bulunduran zümrelerce akamete uğratılacaktır.” Tiyatronun dijitalleşme serüvenine bir sonraki yazımızda devam edeceğiz.

Pazartesi günü yayımlanacak yazımızda dijital kültür başlığı altında; tüketim, avatarlaşma, kitle kültürü ve Kovid-19 salgını sırasında tiyatronun hangi mecralar yoluyla insanlara ulaştığına dair bilgilerle karşınızda olacağım.