Betül GÖKÇE AKGÖL'ün 12 Nisan 2024 tarihli yazısı: Bağ Bozumu: Geçmişin Kokusu

Bağ Bozumu…  Bağ bozumu kelimesini ne zaman duysam gözümün önüne hep aynı tablo gelir.

Ağustos sıcağında sabah daha güneş doğmadan bütün aile bağa gitmek için yola çıkıyoruz. Artık üzümleri kesmenin vakti gelmiş. Dedemin sene içinde türlü emeklerle, türlü mücadelelerle yetiştirdiği üzümler… Ben küçücüktüm. Yol boyu küçük dükkanlardan kahvaltılık bir şeyler alırdık. Her şeyin ayrı bir yeri vardı, ekmeği bir başka bakkaldan alamazdın. Taşlı bağ yoluna girdiğimizde gün yavaş yavaş aydınlanırdı. Araba o taşlı yolda sallana sallana giderken arabanın arkasından çıkan toz bulutuna bakmak adetim olmuştu. Bir de Gediz Nehri’nin yanından geçerken büyük büyük ninemin, zamanında bu nehri tekneyle geçtiğini, nehrin içinde kocaman kocaman balıkların olduğunu dinlemek. O zamanlar Gediz Nehri bu kadar kirli değilmiş yani, şaşırıyorum.

Bağdaki eve vardığımızda ben arabanın durmasını bile bekleyemeden dedemin benim için yapmış olduğu salıncağa koşuyorum. İşçiler gelmiş bile. Üzüm kesme günü geldiğinde işçiler de daha hava aydınlanmadan gelmiş olurdu. Çünkü Gediz Ovası, Ağustos ayında öyle bir sıcak olurdu. Salıncağıma dönüyorum. En sevdiğim yer salıncağım. Bana ait ve kendimi orada özgür hissediyorum. Kendim de sallanabiliyorum ama arada annemin sallamasını istiyorum. Hoşuma gidiyor çünkü. Annem birazcık salıncağı sallıyor ama hemen arkasından kahvaltı yapmamız gerektiğini söylüyor. Ben aldırmıyorum.

Bence ailecek yapılan yaz kahvaltılarının usulca ve insana iyi gelen bir tınısı var. Kahvaltımızı hızlıca yapıyoruz çünkü asmalardan sarkan üzümlerin artık toplanması gerek.

Üzümleri kesebilmek için bile çok önceden hazırlanmanız gerekir.  Çünkü her adımında oldukça zahmetli bir iştir. Dedem de hep günler öncesinden işçi bulmaya çalışır, sepetleri, üzümlerin serileceği sergileri hazır ederdi. Çok özenliydi dedem.

Herkes işinin başına giderken, ben güneşe çok çıkmamam yönünde yüz bin kere tembihleniyorum. Çocukça bir masumiyetle kafamı sallıyorum. Bir süre daha salıncağımda oturmaya devam ediyorum ancak sıkılıyorum. Etrafıma şöyle bir bakıyorum ve bağların arasında traktörün üstünde oturan dedemi görüyorum. Hemen soluğu onun yanında alıyorum. İzin bile almadan traktörde hemen yan tarafındaki koltuğa oturuyorum. Zaten izin alsam da dedem bana asla hayır demezdi…

Dedem traktörü çalıştırdığında yine de sıkı tutunuyorum. Çünkü annem görse bana söyleyeceği ilk şey bu olurdu. Ama kızmazdı biliyorum. Dedemle bir görevimiz var. Kesilmiş üzümlerin koyulduğu sepetleri sergi noktasına götürmek. Daracık bağların arasından asma yaprakları yüzümüze çarpa çarpa geçiyoruz, sepetleri topluyoruz. Bana oyun gibi geliyor. Sepetleri topladıktan sonra sergi alanına gidiyoruz. Annemlere büyük bir coşkuyla el sallıyorum…

Güneş artık tam tepede. Gözümle bakamıyorum. Bağda ise yaprak kımıldamıyor. Öğle yemeği vaktinin geldiğini anlıyorum. İşçiler de yavaş yavaş eve doğru geliyor.

Öğle yemeklerini çok seviyorum. Sulu sulu kıpkırmızı domateslerle yapılmış patlıcan gömme, yanına ev ekmeği ve arkasından gelen bu gibi karpuz… Çok acıkmışım, yemeğimi hemen bitiriyorum. Gözüm hep dedemde. Bakıyorum o da bitirmiş, şimdi gidecek tulumbadan çektiği soğuk suyla abdestini alıp namazını kılacak, ardından da biraz uyuyacak. Güneş tepede çünkü, çalışılmaz.

Biraz sonra herkes yeniden işe dönüyor. Ben de soluğu dedemin yanında alıyorum. Tekrar onunla beraber traktör üstünde -bana göre- çalışıyorum. Güneş yavaş yavaş aşağı indiğinde işçiler de onları getiren traktörün kasasına binip yola koyuluyor. Biz de akşam yemeği için hazırlık yapıyoruz. Bol yağlı ocak ateşinde pişirilmiş kızartma ve ev yoğurdu kokusuyla mutlu mesut ailemi izliyorum ve gülümsüyorum… Onlara sahip olduğum için ne şanslıyım…