Betül Gökçe AKGÖL'ün 30 Nisan 2024 tarihli yazısı: Yıkımın Ötesinde Hayat Bulma Telaşı

Tarih tekerrürden ibarettir lafını eminim ki birkaç kere duymuşuzdur. Bu cümle üstüne düşünürken, tam da bu sözü çağrıştıran, yani “geçmişte yaşanmış bir olayın ya da durumun gelecekte de tekrar edebileceği” cümlesine uygun bir konu aklıma geldi: Göçler

O zaman gözlerimizi İkinci Dünya Savaşı’na çevirelim. Ülkeler arası yaşanan türlü çatışmalar, katliamlar ve sorunlar tüm dünyaya yayılırken, elbette birçok ülke bu durumdan etkilendi. Bu ülkelerden biri de komşumuz Yunanistan’dı. Belki o dönem çok bahsi geçmedi ama Yunanistan, Alman işgali ve işgallere bağlı ablukalar nedeniyle açlık ve ölümle burun buruna geldi. Açlıktan ölenler bir yana, bu şekilde ölmek istemeyenler, kaçma fırsatını yakalayabilenler ise yerinden yurdundan edildi. Evlerini terk etmek zorunda bırakıldılar. Evlerini, ülkelerini terk ederken yanlarına alabildikleri tek şey üstlerindeki kıyafetti. Tarihler 1941’i gösterdiğinde Yunanistan anakarasından ve adalardan göçenler için upuzun bir yol başlamıştı: Türkiye, ardından Doğu Akdeniz’e, Suriye’ye ve Mısır’a.

Türkiye, 1941 yılından itibaren sivil halka Kızılay’ın da aracılığıyla Yunanistan’a yardımlarda bulunmuş, Türkiye’den Yunanistan’a insani yardım için gönderilen “SS Kurtuluş” isimli vapur, Kızılay adına Atina’ya dört kez insani yardım malzemesi taşımıştır. Bunun yanında Türkiye, adalardan kaçan Yunan ve Rum vatandaşlara ülke kapısını açarak yıllar sonra da hatırlanacak dayanışma örneği göstermiştir.

Adalar’dan Türkiye’nin Ege ve Akdeniz sahillerine yönelik mülteci akını 1941 yılının Nisan ayında Yunanistan’ın bütün adalarının işgal edilmesiyle başlamış, bini aşkın mülteci Türkiye’ye sığınmıştır.

Bu uzun göç yolculuğunda, adalardan kaçan Rumlar özellikle İzmir, Ayvalık, Cunda, Aliağa, Kuşadası, Davutlar, Alaçatı, Ayvalık, Çeşme, Ilıca, Güzelçamlı, Marmaris, Karaburun, Mordoğan, Balıklıova, Bodrum, Didim, Fethiye, Datça, Kemer gibi yerlere sığınmışlardır. Sivil halkın dışında zaman zaman devlet yetkilileri de iltica edenler arasında yer almıştır. Mülteciler, yukarıda bahsettiğimiz yerlere çıkarken Çeşme- Ilıca Mülteci Kampı o tarihte öne çıkan yerlerden olmuştur. Hatta o kadar ki burada yer alan mülteci sayısı 1942 yılında 6 bin 700 olarak belirlenmiş. Buradaki mültecilerin çoğu, çocuklu ailelerden oluşmuş. Çeşme’nin Alaçatı bölgesindeki boş ev ve dükkanlara yerleştirilen mülteciler için Ilıca’da 120 çadırdan oluşan bir kamp açılmıştır. Kamplarda kalan mültecilerin barınma, giyinme, yemek gibi ihtiyaçları Türkiye tarafından karşılanmıştır.

Elbette bu göç süreci güllük gülistanlık değildi. Türkiye açısından bakıldığında, mülteci politikasında yasal boşluklar vardı, sığınmacıların nasıl kabul edileceği, iaşe ve barınmalarının nasıl sağlanacağına dair bilgi yoktu. Türkiye, ilticaların ne boyutta olduğunu bir süre, yerel idarecilerin hükümete eksik, geç bilgi vermesi, denetimin sağlanamaması gibi sebeplerle idrak edememişti.

Bununla beraber, Adalardan ve Yunanistan anakarasından can havli ile kaçan göçmenler yolda, Türkiye’de kaldıkları mülteci kamplarında birçok zorlukla karşı karşıya kalmıştır. Birçok mülteci Türkiye’ye ulaşabilme konusunda şanslı olmamış, yolda açlıktan, hastalıktan yaşamını yitirmiştir.

Bazen küçük sandal ve teknelerle bazen de hiçbir araç olmadan yalnızca yüzerek Türkiye’ye ulaşmaya çalışan Yunan ve Rum vatandaşların birçoğu ya hava saldırılarında yaşamını yitirmiş ya da teknelerinin, sandallarının batması sonucu boğulmuş ve denizde kaybolmuştur. Aynı dönemde adalardan kaçabilen ve İzmir’de Kızılay tarafından kurulan çadır kentlerde yaşayan mülteciler; adalarda yalnızca ot ile beslenebildiklerini, birçok tanıdıklarının açlıktan oldukça zayıf düştüğünü anlatmıştır. Hatta, iki ülke arasında geçmişte yaşanan trajediler mültecilerin yaşadığı sorunlara bir de psikolojik bir sorun olarak eklenmiştir. Nasıl diye sorabilirsiniz. Bu durumu arşiv belgelerinde geçen bir olayla örneklendirmek daha doğru olur: Büyük açlık yaşayarak Türkiye’ye gelen mülteciler, kendilerine verilen yemekleri yememiş, bu konuda tereddütlü davranmışlar, zehirlenebiliriz, ölebiliriz diye düşünmüşler. Bölge halkının yiyeceklerin zararsız olduğunu göstermesi üzerine mülteciler yiyeceklerden yemeye başlamış. Ne acı.

Adalardan kaçan mülteciler, Türkiye dışında Kıbrıs, Suriye ve Mısır’a gitmiştir. Gidilen yerler ne kadar manidar ancak buna sonra değineceğiz.

Ortadoğu’da Yunanistan’dan gelen mültecileri misafir eden en önemli üç mülteci kampı Suriye’de Halep, Filistin’de Nuseyrat ve Sina Yarımadası’nda bulunan Moses Wells kamplarıydı. Mülteciler Halep’e ulaştığında Halep mülteci kampına yerleştirilmiştir. Mültecilerin ikinci durağı ise Filistin’de bulunan Nuseyrat Kampıdır. Net bir rota oluşturulmamış olsa da Nuseyrat genellikle Halep ve Kıbrıs’tan gelen mültecilerin ikinci durağı olmuştur. Hatta burası 10 bin mülteciyi ağırlamış. Adalardan ve anakaradan gelen mültecilerin yaşadığı bir diğer kamp ise Moses Wells’tir. Kapasitesi büyük kamplardan biridir. O kadar ki mülteci çocuklar için okul bile varmış. Burası 1942 yılından önce Mekke’den dönen hacılar için karantina yeri olarak kullanılmış.

Elbette cehennem gibi geçen 6 yılsonunda savaş sona ermiş, yaklaşık 80 milyon kişi hayatını kaybetmişti. Savaşı başlatanlar evlerine dönüp rahat uyudu mu bilinmez ama, Yunan ve Rum mülteciler için eve dönüş yolculuğu hiç kolay olmadı. Eve dönme hayali kuran birçok kişi dönüş yolculuğunda evini göremeden hayatını kaybetti, bir kısmı ailesinden birilerini kaybederek evine döndü, bir kısmı döndüğünde evini tanıyamadı, bir kısmı hiç dönemedi…

Yunan mültecilerin sığındığı bölgelerin Türkiye, Suriye ve Filistin olması. Bir dönem Yunan mültecilere ev sahipliği yapan Filistin ve Suriye’den bugün ters yöne doğru bir göç hareketi yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor… Ancak kapı onlara geçmişteki gibi açık mı, bilinmez. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri çok geçen zaman ve değişen bir sürü şey olsa da halkların açlık, savaş ve katliam yüzünden evlerini ve ülkelerini değiştirmeleri hala sürmekte… Ve evet, tarih tekerrür ediyor…