HALKÇI, KAMUCU YAPILANMA NEREDE?
Bir ekonomi kayıtlı ve kurallı olarak işler, üretime dayanır, hakça bölüşüm sağlarsa ve bütün bunların temelinde topluma gerçekten çağdaş bir eğitim verilirse, akılcı ve normal sayılabilir. Türkiye ise ekonomide akıldışılıktan sosyal hayatta “çıldırma” aşamasına doğru ilerliyor. Bunu anlamak için sokağa çıkmak, iş yerlerine gitmek, haberleri izlemek yeter de artar. Bizi tanınamaz hale getiren düzen sayesinde, geçmişinden kopan, yarını olmayan insanlar haline geldik. Dahası bu noktaya dünden bugüne gelmedik. Uzun yıllardır uygulanan neo-liberal sistem, “pazarcı ekonomi” işsizliği, verimsizliği, borçlanmayı yarattı, sosyal erozyonları da dayattı. Oysa, Türkiye, halkçı, kamucu, sosyal adaletçi bir anlayışla yapılanmış, tüm bunları bir söz-verim olarak Anayasasına yazmış bir devlettir. Sağdan soldan orta yoldan hangi iktidar veya koalisyon gelirse gelsin, bu temel sarsılamazdı. Sarsılırsa bu, beraberinde bugün gözlemlediğimiz ve yaşadığımız gibi ekonomide, kültürel hayatta, artçı sarsıntılar meydana getirirdi; öyle de oldu! Şimdi toparlanmak, hataları en aza indirgemek, arınmak ve muhasebe yapmak zamanıdır. İnsanlarına iş ve insanca emeklilik getiren bir iktisadi işleyişi, fabrikaların, işletmelerin, bankaların verimliliğini, akıllı şehirleri, kalkınan köyleri kurmak; gelecek kuşaklara karşı boynumuzun borcudur.
İKTİSADİ ZAFERLER
Borçlanma ekonomisinden kalkıp varılacak yer bağımsızlığımızın sınırlarıdır. Gerçekten Türkiye askeri ve güvenlik anlamında toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak için büyük bedeller ödemekte, büyük özveriler sergilemektedir. Ekonomide de milli bir anlayış ve duruşla bağımsızlığımızı koruyacak çabalar içine yönelmeliyiz. Bunun için milli bir direnme ekonomisinin inşası ve yanı sıra, üretimde devrimci bir anlayışın sergilenmesi kaçınılmazdır. Türkiye’yi güçlendirmek en başta halkımızı geliriyle geçimiyle güçlendirmekten geçer. Unutmayalım ki, Atatürk’ümüz, “askeri zaferleri taçlandıracak iktisadi zaferlere” bütün yaşamı boyunca önem vermiş, uyguladığı ve getirdiği iktisadi politikalarla (karma ekonomi ve KİT’ler) savaş yaralarını saran ve yeni buhranlara hazırlanan Dünya’da Türkiye’yi üst üste büyüme şampiyonu yapmıştır.
BANKALAR MÜŞTERİSİNDEN ZENGİN
Günümüzde doları, avroyu konuşuyor, döviz spekülasyonuna karşı “kırılgan iktisadımızla” savaşıyoruz. Ekonomide ve bürokrasinin diğer alanlarında liyakate ne derece önem veriliyor tartışması bir yana, “Merkez Bankası bağımsız olmalı, hatta İstanbul’a taşınmalı” gibi absürt çıkışlara muhatap oluyoruz. Oysa bütün dünyada merkez bankaları devletlerin en önemli kurumlarından biridir, seçilmiş siyasi iradeye bağlı olarak iktisadi eşgüdümün içinde yer alır ve o ülkenin başkentinde konuşlanır. Çünkü Merkez Bankası, ülkelerin adeta iktisadi bayrağı ve bağımsızlığının nişanıdır, armasıdır, markasıdır. Bunun aksini iddia eden bir tartışma bile akıl-dışılıktır. Ancak Türkiye’de bankalar bağlamında tartışılması gereken yığınla konu vardır… Bugün ülkemizde en kârlı kesim bankalardır. Bankalar büyüklükleri ve yıllık kârları ile üreticinin, sanayicinin, çiftçinin perişanlık yaşadığı dönemlerde bile adeta saltanatlarını sürdürmektedir. Müşterisi fakir, kendisi zengin bir banka sisteminin, kârları, işlem ücretleri, uyguladıkları kredi ve gecikme faizleri, batak duruma gelen kredilerinin akıbeti ve daha bir çok konuda ele alınması, irdelenmesi gerekmektedir. Türkiye bankaları, -yabancı sahipliğinde olanlar da dahil- üretimden, yatırımdan, dış satımı desteklemekten yana durmak ve faizler açısından insaflı olmak zorundadırlar. Bankalardan dem vurulacaksa, aşırı kârlılıklarına gem vurulmalıdır.
REEL SEKTÖR YETERİNCE İSTİHDAM SAĞLAMIYOR
Ülkemizde akıl-dışı iktisadi çevrimin bir sonucu olarak, istihdam meselesi de yanlış yerden tutulmaktadır. Bir kere şu gerçek asla unutulmamalıdır; yurttaşına helalinden iş bulmak devletin asli görevidir. Bu iş, kayıtlı, kurallı olmalı, emek üretime kattığının karşılığında ücretini, maaşını, ödemesini hakkaniyete uygun şekilde alabilmelidir. Son yıllarda istihdam açısından durumumuz pek parlak değildir. İşsizlik yirmi milyona dayanmış ve kadınlar ile gençler başta bütün toplumu olumsuz olarak etkiler boyuta ulaşmıştır. Neden? Çünkü, kamu yeterince üretken alt yapı yatırımları yapamamaktadır. Bütçe açığı 17,4 milyar TL ise % 80’i faizlere gitmektedir. Yatırım yapmak mesela bir kişiye iş sağlamak sektörüne göre değişse de ortalama 60 ile 100 bin dolar arası bir maliyeti gerekli kılmaktadır. Bu minvalde, yeni iş alanları açılmamış tam tersine birçok iş yeri kepenk indirmiştir. Geride bıraktığımız yıllarda bir yandan özelleştirmelerle kamu girişimleri satıp savılırken ve en çok kamuda istihdam artışı olurken (genellikle masa başı büro hizmetleri), reel sektördeyse, iş kayıpları yaşanmıştır. Bu durumdan başlıca sorumlu olan siyasettir. Siyaset, merkezi yönetimle olsun, yerel yönetimlerde olsun, iş sağlamayı değil, iş bulmayı görev edinmişe benzemektedir. Kariyer planlamasına değil hala “hamili kart yakınımdır” şablonuna ihtiyaç duyulabilmektedir. O arada “geçerli meslek” sahiplerinin yetiştirilmesi ve Türkiye’nin en büyük ihtiyacı olan mesleki ve teknik eğitime önem verilmesi noktasından da giderek uzaklaşılmıştır. İşte bu da ekonomik, sosyal, siyasal anlamda tam bir akıl-dışılık tablosudur.
KARTLA YAŞAYAN YURTTAŞ, BORÇLA DÖNEN ÇARK
Nihayet durgunluk içinde enflasyonu tadar olduk! Bu süreçte elbette salgının da etkisi olmuştur, ancak temel sorunumuz, iktisadi tercihlerimizdeki yanılgılar ve ihmallerden kaynaklanıyor. Yanılgılar, mutfaktaki yangınları da beraberinde getiriyor. Yatırım yapmak için tasarruf etmek başlıca koşul iken ve tasarrufa kamudan başlamak gerekirken, törene, teşrifata çok gereksiz kaynak aktarıyor, o arada, kimi yurttaşlar da bütçelerini aşan kredi kartları borçlarını şişiren harcamalar yapabiliyor. Balık baştan kokuyor. Tüketim ekonomisi, reklamlardan başlıyor ve hepimizi kuşatıyor. Kazandığından fazlasını harcamak, borçlanmak demek. Gelirleri elde etmeden ve planlamadan gider yükünün altına girmek geleceği ipotek etmek demek. Buna karşılık, devlet de yurttaş da borçlu!
Ne ki, öte yandan, ücretli, maaşlı kesimin gelirlerini hayat eritiyor ve eziyor. Yirmi üç milyon insanımız kredi kartı borçlarını ödeyemiyor, her gün 22 bin icra takibi yaşanıyor. İnsanlar aylık geçimleri ve gıda gereksinimleri için “bile” kredi kartlarını “kullanmak” zorunda kalıyorlar. Neden?.. Ülkemizde hakça bir vergilendirme ve gelir dağılımı düzeneği kurulmamıştır da ondan.
ALTI KAVAL, ÜSTÜ ŞİŞHANE
Düşünelim: En alt gelir grubuyla en üst % 20’lik gelir grubu arasında sekiz-dokuz kat fark var. Hangi sosyal barıştan, hangi sosyal adaletten söz edebiliriz bu koşullarda? Bu da akıl-dışı bir ekonomi ve sosyal yaşama karşılık geliyor. Oysa, akılcı bir yönetim geleneğini yüz yıllar önce atalarımız bilgece söylemişler: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” demişler. Bu gerçekliği kavradığımız gün, çalışanları enflasyon karşısında ezdirmez, emeklilerimize gerçek anlamda refah payı verir, zenginden daha çok, fakirden daha az vergi alır, kamudan başlayan tasarrufa yönelir, tüketim değil üretim ekonomisinin kültürünü yaratır ve insanca yaşarız.
AKILCI İŞLETMELER, ÇAĞDAŞ YÖNETİM
Türkiye’de iktisadi anormalliklere başka örnekler de verilebilir… Türkiye, imalat, demir-çelik, kimya, otomotiv, tarım makineleri, inşaat sektörlerinde var gücüyle üretmeye hatta yurt dışında rekabet etmeye çalışıyor, bu amaçla organize sanayi bölgeleri, sanayi siteleri, KOBİ’lerini geliştiriyor, tekno-parklar yapılandırıyor; o arada, çalışkan insanlarımız sabahın köründe fırınlarda, balıkçı teknelerinde soframıza ve de araba direksiyonunda, gemi dümeninde ulaşıma katkı sağlıyor, öğretmenlerimiz tüm yaşamlarını öğrencilerine adamış bulunuyor, ancak bir türlü katma değer ve üretkenlikten oluşan yapısal dönüşüm katsayısını yükseltemiyor. Neden?
Çünkü yüksek performanslı takım oyununu kuramıyor, akılcı işletme ve çağdaş yönetim anlayışında kurumsallaşmıyoruz.
PROFESYONELLİK BİR YANA İTİLİRSE…
Bizimkisi teklerin üst üste koyularak bütüne ulaşılması, kalkınan ve gelişen ülkelerinki ise, bütünün tek bir parça gibi hareket etmesi. Plan, düzen ve disiplinden yoksunuz. El yordamıyla, belki eloğlundan fazla çalışarak, OECD ülkeleri arasında yaşam kalitesi açısından hiç de doyurucu olmayan bir tabloyu yaşıyoruz. Uzmanlaşmaya yeterince önem verilmiyor, kariyere gerekli değer sunulmuyor, yeteneklerin önü gerçekten açılmıyor. Daha düne kadar en köklü şirketlerimiz bile aile içi yönetim anlayışına düçarken ve bu durum “borsaya kote olmaya” pek hevesli birçok işletme açısından geçerliyken, iktisadi ve sosyal organizasyonlar açısından yaşam eğrileri itibariyle temel ihtiyaç olan profesyonel yönetim anlayışıyla yeni yeni tanışıyor gibiyiz.
Nihayet, uzmanlığa değil hısımlığa odaklanmış ve sosyal sorumluluk alanını hemşericilikle sınırlandırmış yaklaşımlarla, çok-uluslu şirketlerin rekabet dünyasında pay almada ve pastamızı genişletmede zorluklar yaşıyor, zaman kayıplarına tanıklık ediyoruz. “Profesyonellik dışı yönetim” demek maliyet demek, şirket ve işletme içi bu türden yığınak hataları kuruluşu ana hedeflerinden saptırabiliyor. Bu açıdan “sosyal kayma” iktisadi kırılmalara yol açıyor. Sonuçta, bazen şirket veya işletmelerin kendi uzmanlık ve tecrübe alanları dışına çıkaran “yatırımlara” yönelmesi de, zemin kayıplarını beraberinde getiriyor.
Bu türden bir iktisadi akıl-dışı tutum bir başka açıdan başka bir mecrada da beliriyor: Bugün “büyük işletmelerin” azımsanmayacak kadarı, kârlarını “faaliyet dışı kârlardan” elde ediyor görünüyor… Özcesi, iktisadi akıl tutulmaları, akıl-dışı bir yaşamı beraberinde getiriyor…
ÜRETİM EKONOMİSİNİ PLANLAMAK ZORUNDAYIZ
Türkiye’nin ise yitirecek zamanı yok. Türkiye bir an önce üretim ekonomisine yönelmek, tasarruf katsayını yükseltmek, üretkenlik ve katma değerden oluşan yapısal dönüşüm katsayısını artırmak, işletmelerini profesyonellik, kamu bürokrasisini liyakat esasına göre yönetmek, çağdaş bilimin ışığında eğitim sistemini ihya etmek, o arada mesleki ve teknik eğitime büyük önem vermek, gelir dağılımını düzeltici, vergide hakkaniyeti sağlayıcı mekanizmaları tesis etmek, gençleri ve kadınları başta olmak üzere yurttaşlarına helalinden iş bulmak, emeklisine insanca bir yaşamın sağlandığı ve emek verenlerin enflasyon karşısında ezilmediği maaş ve asgari ücreti tanımlamak, küçük ve orta ölçekli işletmeleri başta tüm üretimini bankaları ve haberleşme otoyollarıyla desteklemek, rekabet dünyasında hak ettiği yeri almak bunun için de, kamucu, planlı, programlı iktisadi işleyişe kavuşmak zorundadır.İktisadi hayatımızı akıl doğrultusunda tanzim edersek, sosyal anlamda sağlıklı toplum oluruz.