Mehmet KÜÇÜKEKEN'in 19 Nisan 2024 tarihli yazısı: Tartı

Sabahın erken saatleri…

Bugün yine erkenden uyandım. Güneşin nazlı nazlı uyanışını yazlığın balkonundan seyrederken denizin de üzerindeki çarşafı atmak için hafif hafif çırpındığını görebiliyorum. Ay ve yıldızlar da çoktan uykuya dalmışlardı.

Kuşlar, çekirgelerden aldıkları nöbeti saat alarmı gibi öterek yerine getiriyorlardı. Yazlığın balkonu biraz tepede olmasına rağmen denizi ve sahili tam anlamıyla görebilmekte: akşamları aşağıdaki otellerden gelen ışık ve müzik sesleri ise manzaraya ayrı bir güzellik katmaktaydı.

Etrafımızdaki bahçeler, ağaçlar ve köy evleri ise yukarıya has huzur ve sakinlik kaynağı. Komşularımızın hepsi buranın yerli halkı. Akdeniz insanının sıcaklığının tümüyle hissedildiği ve köy kültürünün bozulmadığı ender yörelerimizden. Turistler ve benim için yaz demek; tatil, deniz ve güneş demek olsa da buranın halkı için yaz; iş, üretim ve gelir demek. Seralarda, bahçelerde, otellerde, pansiyonlarda çalışmak ve en zoru da bitmeyen mesaisiyle esnaflık yapmak.

Dedem, sabah namazını kıldıktan sonra benim uyanık olduğumu fark edip balkona yanıma geldi. Bir süre manzarayı öylece seyrettik. Bazı insanlar hiç konuşmasalar da çok şeyler anlatırlar bize. Muhabbetlerinde dinlenir, ilimleriyle beslenilir, renkleriyle renklenilir. Zorluklarla karşılaştıklarında taviz vermeyen, iyiliksever bir karakterleri vardır.

Dedem:

- Begüm! Burayı seviyor musun?

- Evet!

- En çok neyini seviyorsun?

- Para geçmiyor ya! Onu seviyorum.

Dedem gülerek:

- Evet! Burada para geçmiyor.

Gerçekten de köy içinde para ile alışveriş yapan kimse yoktu. Bir komşu diğer komşunun bahçesinden portakal topladığında yerine yumurta veriyordu. Süt aldığında domates, zeytin aldığında muz. Kimde ne varsa. Serada ve bahçede çalışanlar topladıkları ürünlerden. Bazen az bazen çok, bazen gönüllü bazen de gönülsüz olabiliyordu. Ama dereden gelen suyu meydandaki çeşmeden doldurmakta sıkıntı yoktu. Çünkü su da zaman gibi durmadan akıp gidiyor. Kimi küpünü dolduruyor kimi de farkında bile değil akıp gidenin ömür olduğundan.

Dedem:

- Güzel torunum! Aslında paranın şekli yoktur. Paraya değeri biz veririz. Hayatta paradan daha değerli şeyler de vardır.

Dedemin söylediklerinden bir şey anladığım söylenemezdi. Dikkatlice bakıldığında yüzümdeki ifade de bunu apaçık belli ediyordu.

Dedem:

- Sana bir hikaye anlatayım. Behlül Dana Hazretleri bir gün Harun Reşid’den bir vazife istedi. Harun Reşid ona pazar denetimini verdi. Behlül Dana; ilk olarak bir fırına gitti, birkaç ekmek tarttı ve hepsinin gramajı noksan geldi. Dönüp fırıncıya sordu: “Hayatından memnun musun? Çoluk çocuğunla ağız tadın var mı?’’ Adam da her soruya olumsuz cevap verdi, memnun değildi.

Behlül Dana, başka bir fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmeklerin gramajları fazla geliyor, aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Fırıncı memnundu. Behlül Dana başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi.

Behlül Dana, Harun Reşid’e: “Efendim pazarın ağası zaten varmış, benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tatmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.” der.

Dedemin hikayesini bitirmesini bekledim ve merakla:

- Vicdan!...

-“Vicdan” eşittir “Terazi” demektir.

- Nasıl yani?

- Her şeyi vicdanımızda tartarız. İyi tarafı fazla gelirse, tamamdır. Kötü tarafı fazla gelirse yapmayız.

- Tuhaf!...

- Kilo vermek için diyet yapıyoruz ve kilolarımızı her gün tartmıyor muyuz? Kilo verince seviniyoruz alınca da üzülüyoruz. Peki, neden davranışlarımızı ve düşüncelerimizi tartmayalım?

- Doğru! Yapabiliriz.

Hem hikayenin sıcaklığı hem de yükselen güneşin sıcaklığı beni iyice ısıtmıştı. Saatlerce dedemle sohbet edebilirdim. Balkonun bu huzur veren havasını bir anda dışarıdan gelen bağrışmalar ve çığlıklar bozdu. Dedem ve ben telaşla dışarıya çıktık.

Komşumuz Fatma Hanım:

- Çocuğum! Çocuğum!

Dedem sakin bir şekilde:

- Ne oldu bu çocuğa?

- Nefes alamıyor! Boğazı! Boğazı!

Dedem hemen küçük çocuğu kucağına alıp parmağını ağzına soktu, ters çevirip sırtına birkaç kez eliyle kuvvetlice vurdu. Ve sonunda çocuğun ağzından bir parça salatalık yere düştü. Çocuk nefes almaya başlamıştı.

Fatma Hanım bir yandan çocuğuna sarılıyor, bir yandan da ağlamaya devam ediyordu. Dedem arabasıyla çocuğu hemen hastaneye götürdü. Çocuğun babası esnaflık yaptığından hemen işleri bırakıp gelememiş.

Öğle saatleri oldu. Kuşların nöbetini çekirgeler almış her yerde ötüyorlar. Güneş ise varlığını tüm haşmetiyle hissettiriyordu. Dedemin hastaneden gelmesini ve rüzgârın hafiften esmesini bekliyoruz. Bir müddet sonra dedem geldi ve çocuğun ailesinin kendisine yardımlarından dolayı para teklif ettiğini ve kabul etmediğini söyledi.

Bunu sırf Allah rızası için yaptığını söylediğini belirtti ve bana doğru tebessüm ederek:

- “Zaten burada para geçmiyor ki!’’ dedi.

Yazlığa geleli bir hafta kadar olmuştu ama hala denize girememiştik. İlk geldiğimiz yıllarda denizden çıkmıyorduk ve özellikle kardeşim Ayberk:

- “Ben denizde yatacağım!’’ diyordu.

Bugün hava çok güzeldi ve deniz bizi çağırıyordu. Ailecek plaja geldik ve kalabalıktan uzak sakin bir yere geçtik. Huzur ve sakinliğin yerini dalga ve insan sesleri almıştı. Yüzenlerin ve güneşlenenlerin yanında, bazıları da sanki denizle kavga ediyordu. Elleri ve ayakları ile kendilerince yüzmeye çalışıyorlar olsalar da bana göre denize, tekme ve tokat atıyorlardı. Buna rağmen deniz de büyüklüğünü ve sabrını gösterip bir şey yapmıyordu.

Biz kardeşimle denizde şakalaşırken dedem de sahilde zeytinyağı ile elini ovuyordu. Geçirdiği trafik kazası sonucu dedemin iki parmağı yaralanmıştı. Güneş ve zeytinyağının doğal ilaç olduğunu ve eline iyi geldiğini hep söylüyordu.

Her şey zamanın kontrolünde rutin devam ederken Dedem birden ok gibi yerinden denize doğru fırlayıp, yüzmeye başladı. Sürat motoru gibi geçti yanımızdan, dönüşünde ise sanki denizle kavga edenlerden biriydi.

Kıyıya gelip sonradan fark ettiğimiz kucağındaki baygın çocuğu ve kendini yere bıraktığında ise ortalık karıştı. Koşuşturanlar, bağıranlar, ağlayanlar.

Dedem bu olayda da başroldeydi. Gelen ambulanstaki sağlık ekibi ilk müdahalenin ardından baygın çocuğu alıp gitti. Daha sonra yanlarında bir turist ile polis ekibi geldi. Polisler Dedeme olayın detaylarını sordu.

Dedem:

- Denizde bir çocuğun çırpındığını fark ettim, sonra çocuğu bir daha göremeyince de kurtarmaya gittim. Zor olsa da sahile kadar getirebildim.

Polis:

- Yaşıyor muydu?

- Emin değilim!

Dedemin ifadesini alıp belgeyi imzalattıktan sonra polis ekibi oradan ayrıldı. Polislerle birlikte gelen turist de etrafı şöyle bir göz ucuyla süzdükten ve hafızasına kaydettikten sonra ticari bir taksiye binerek gitti.

Akşam haberlerde çocuğun yaşadığını, İsrailli bir turist ailenin çocuğu olduğunu ve adının Yosef olduğunu öğrendik. Dedemin ve yaralı çocuğun resmi de ekranda bir süre görünmüştü.

.....

Yaz tatili bitmiş ve okullar açılmıştı. Macera dolu bir yazdan sonra çalışma hayatına dönüş. Bir öğrencinin iş yeri okuludur ve çalışması gerekir. Dedem ise uzun zamandır planladığı yurtdışı gezisine nihayet gidiyor, şimdi veda zamanı.

Annem:

- Baba! Kudüs zorluklar şehri orada baskı ve şiddet var, gitmeye kararlı mısın?

Dedem tura önceden yazılmış ve ödemesini de çoktan yapmıştı.

Dedemi ailecek uğurladık. Gezdiği tarihi yerlerin fotoğrafını anlık olarak gönderiyor, bazen de telefonla kısa da olsa görüşüyorduk. Dedemin çok mutlu olduğu her halinden belli oluyordu. Gideli daha dört gün olmuştu ki Kudüs Mescid-i Aksa'da Cuma namazı sonrasında olaylar çıkmıştı. Şehit ve yaralıların olduğu haberi televizyon kanallarında veriliyordu.

Dışişleri Bakanlığından anneannemi aramışlar ve dedemin Kudüs’te gözaltına alınanlar arasında olduğunu, devletimizin tüm imkanlarıyla gerekli girişimleri yaptığını belirtmişlerdi.

Ve haber alamadan geçen üç uzun günün sonunda dedem ve yanındakiler devletimizin tahsis ettiği özel bir uçakla yurda döndüler. Havalimanından dedemi aldık. Eve gelir gelmez babam dedeme ilk olarak heyecanla Kudüs’te neler yaşandığını sordu.

Dedem:

- Kudüs’ü gezdik. Her yerde Osmanlı’nın ve Müslümanlarının silinmez izleri var. O gün cuma namazı sonrası olaylar çıktı. İsrail polisi de hem şiddet kullandı hem de ayırt etmeden sebepsiz yere özellikle Müslümanları tutukladı.

- Ya sonra Baba?

- Beni de aldılar, karakola götürüp hepimizi sorguladılar. Bize de bir şey söylemediler.

Ertesi gün tekrar sorgulayıp parmak izlerimizi alırken başkomiser benim parmağımı işaret etti ve:

- “Alanya!” dedi.

- “Anlamadım” dedim.

- Yosef! Yosef! Benim oğlum!

Komiser parmağından dedemi tanımış ve oğlunu kurtardığı içinde teşekkür etmiş. Sonrasında Dedeme ve diğer gözaltındakilere karşı davranışı birden değişmiş, hemen işlemleri tamamlayıp serbest bırakmışlar.

Dedem:

- Yiyecek ekmeğimiz varmış.

Ben de gülerek:

- Dede! Vicdan! Vicdan! Yazın balkonda bir hikaye anlatmıştın ya! Demek ki, O da vicdanında tartmış, iyilik ağır gelmiş.

Dedemle ben birbirimizin gözünün içine bakıp öylece tebessüm ettik.

Annem, babam ve anneannem ne olduğunu anlayamamıştı.

……

Vicdan terazinizin şirazesi kaymasın!